Not: Metni okurken göreceğiniz farklı renkteki diyalogların renk karşılıkları
Mirina'nın kendi dış sesi / Yalnızca kendisinin duyabileceği iç sesi / İç sesinin etrafındaki herkes tarafından duyulabileceği dış sesi
Hayatındaki monotonluğun yeni pike noktası olmak hususunda fazlasıyla iddialı olan herboloji dersinin günü, sanki çok lazımmış gibi gelip çatmıştı. Profesörlük kariyerinin ikinci dersinin, aslında tahmin etmesi çok kolay bir şekilde ilkinden daha monoton geçeceği, üstelik bu monotonluğun her derste ümüğüne çökmüş bir garkenez gibi katlanarak artacağı gün gibi aşikar olmasına ve hatta bunu teslimiyetçi bir yaklaşımla kabullenmiş olmasına karşın; seranın dört bir yanına dağılmış boy boy, çeşit çeşit bitkinin arasında, iki arşın boylarıyla aniden baş vererek filizlenip peyda olan, on bir yaşındaki bu biyolojik bitkilerin varlığına alışmakta hala zorlanmaktaydı Mirina. İlk dersini verdiği o kara günden beri, normalde bir unicorn’un teni kadar pürüzsüz ve deliksiz olan uykuları, hoş olmayan kabuslarla bölünmeye başlamış, gelecek derslerinde başına gelebilecek her türlü rezillik ihtimalini değerlendirmeyi ihmal etmeyen bilinçaltı tarafından, türlü kepazeliklere sahne olan tasavvurlarla dolu uykusuz geceler geçirmeye maruz bırakılmıştı.
Bu tasavvurların arasında en nevi şahsına münhasır olanı kuşkusuz, işlediği günahları, ibretlik başarısızlıkları ve üçüncü kişilere yaşattığı hayal kırıklıkları yüzünden, okul müdürü Aaron Marvin Scwharz tarafından Hogwarts büyük salonunda apar topar düzenlenen bir mahkemede yargılandığı absürt bir müsamereden hallice olan kabustu. Bu kabusunda profesörlerin, öğrencilerin ve Sihir Dünyasından tanıdığı ne kadar büyücü varsa hepsinin yadırgayan bakışları altında, Hogwarts zindanlarında bir ömür geçirme cezasıyla hüküm giyiyor, prangalar altında eski dersliklerden bozma bir zindanın sürgülü demir kapısının ardına tıkılıp, burada geçirdiği süre boyunca yanına uğrayan ziyaretçiler tarafından türlü işkencelerle dolu muameleler görüyordu. Özellikle öğrenciler, sık sık ve gruplar halinde zindana gelmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Geldiklerinde ise bir yandan kirpiklerinin bir an bile kırpılmadığı o her şeyi bilmelerine rağmen yine de öğrenmeye aç bakışlarıyla prangalar altındaki zavallı profesörlerini süzmekte, bir yandan da ellerindeki kırbaçları şaklatarak profesörün derisini patates gibi soyan yırtıcı darbeler vurmaktaydılar. İcra ettikleri bu acımasız eylemlerin yanında, bir de o ince ve masum sesleriyle bir koro halinde
“Öğret! Öğreteceksin! Bize öğreteceksin!” diyerek ruhsuz bir uğultu yayıyorlardı. Kimi zaman da aralarından rastgele bir tanesi galeyana geliyor, “
Biz her şeyi biliriz!”,
“Bize hiçbir şey öğretemezsin!”,
“Aciz bir bitkilibimcisin sadece!” nidalarıyla zindanı inletiyorlardı. Mirina bu kabusu her hatırladığında tekrar tekrar yaşadığı üzere, şimdi de sanki o imgeler tarafından bir karabasana kıstırılmış halde kıvranıyor, sesini çıkarmak istese de beceremiyor, öfkesini ve acizliğini harmanlayan yakarış dolu çığlıklarını duyuramıyordu. Kırbaçların şaklamasına eşlik eden bir armoniyle duyulan makas seslerini takriben, öğrencilerden bazılarının ellerine tutuşturulmuş bahçe makasları ile kendisine tehditkar bir halde yaklaşıp,
“Bitkibilim! Bitkibilim! Bitkibilim!” diye hep bir ağızdan uğuldadıkları esnada, prangalar altındaki kollarının dallara, ellerinin ise yapraklara dönüşmeye başladığını gördü.
Nihayet bu saçma sapan karabasanın bulanıklaşarak kaybolmaya başlayan görüntüsüyle birlikte, yıllarca bir kafeste alıkonulmuş vahşi bir baykuşun serbest bırakılışı gibi, dişten parmaklıklarını aşarak dışarı fırladı haykırışları.
“Öğretebilirim! Öğreticem! Hepinize öğreticem!” Seradaki bitkilerle ilgilenen bir takım sihirli sulama aparatlarından geldiği belli olan, ritmik bir tekrara düşmüş su sesinden başka hiçbir sesin duyulmadığı kısa süreli bir sessizlikten sonra, gözlerini deminden beri baktığı duvardaki eski püskü bir gaz lambasından sınıfa doğru yavaşça çevirdi. Bakışlarını, az önceki bağırışın etkisiyle sarsılan yemyeşil bitki dalları, cam olsam da kırılsam diyerek yalpalanan naylonla çevrili bir sera, nefesinin gücüyle havaya fırlamış şekilde bir sağa bir sola uçarak yavaşça önüne konmaya çalışan mor renkli tüy kalemi ve korkudan bitkilerin arasına sinmiş minicik bakışlarıyla, çifterliden en az iki düzine göz karşılamıştı. Artık şu yalnızlıktan delirmenin eşiğinde olduğu dönemlerde, yastığına sarılıp ağlayarak gizli gizli izleme gafletinde bulunduğu, ikinci sınıf muggle festival filmlerindeki sıkıcı aktrisler gibi uzaklara manidar manidar bakarak dalıp gitme huyundan vazgeçmeliydi. Neyse ki, geçen derste yaptığı gibi sandalyesinden sıçrayarak ayağa zıplamamıştı bu sefer. Durumu toparlamak için hala geç sayılmazdı.
“Evet... Öğreticem... Ama... Şey... Ne öğreticem?” diye sayıkladıktan sonra, hala havada sinir bozucu bir şekilde bir sağa bir sola zikzak çizerek önüne konmaya çalışan tüy kalemini kapıp, bakışlarını masasının üzerindeki şahsi eşyalarının arasındaki saksılara konuşlanmış birkaç tane bitki çeşidine çevirdi.
Bu derste hangisini işleyeceğine daha karar vermemiş olmasının getirdiği stresle ve masadaki bitkilerin üzerinde birer altın Snitch gibi dönen gözleriyle, seçeneklerini hızlıca tartmaya çalışıyordu. Hardal otu? Daha yeni iyileştirici bir bitki işlemişlerdi, olmazdı. Adamotu? Onun için de henüz erkendi ve öncesinde hazırlık gerektirirdi.
“Olur, olur. Daha iyi, boş ver. Çok güzel olur!” Aklından bazı kaotik düşünceler ona seslenip bu fikre karşı çıkmaya çalışıyordu. Sıktığı dişlerinin arasından yılan gibi tıslayan bir fısıldamayla,
“Olmaz dedik!” diyerek bastırmaya çalıştı bu marjinal düşüncelerini. Öğrencilerin onu duymadığını farz ederek, önündeki bitkilerden seçmece bir ders konusu belirleme çalışmasına geri dönmüştü ki, gözüne kar gibi beyazı çiçekleriyle, yemyeşil dallarıyla adeta kendisini selamlayan, insanın aklını başında alacak güzellikteki bir kardeleni andıran sihirli bir bitki ilişivermişti. Bitkinin cazibesinden mi, yoksa nihayet uygun adayı seçebilmenin getirdiği huzurdan mı kaynaklandığı bilinmez, yüzüne eğlenceli bir gülümseme kondurup kıkırdamaya başladı. Sandalyesinden kalkıp, elleri arasına aldığı saksıdaki bu nadide parçayı öğrencilerinin de görebileceği bir şekilde ortadaki büyük ve uzun masanın başına koyarken konuşmaya devam etti:
“İşte bunu öğreticem!” Öğrencilerin yüzlerinde, dallarını bir dansçı edasıyla sallayan bu alımlı bitkinin güzelliğine duymaları gereken hayranlığı teyit edecek ifadeler aradığı sırada, kendinden emin bir gülümsemeyle eklemeden duramadı.
“Her türlü efsunun şifası. Muggle’ların antik bir efsanesinde de adı geçen, çok nadir ve değerli bir bitki” Narin hareketlerle parmaklarının arasına aldığı asasını, masanın bir kenarına yerleştirdiği ve rahatlatıcı etkisi olduğunu bildiğinden kasten getirttiği vanilya aromalı Çin karanfilli tütsüsünün ucuna yaklaştırdı. Hafifçe alev alan tütsü, ağır ağır yükselen dumanı ve keskin kokusu ile birlikte serayı dolduran gerginliği yatıştırmak için koklama duyusu görevi gören tüm sinir uçlarına erişmek üzere yola çıkmıştı.
“Eminim bu bitkinin de ne olduğunu biliyorlardır, sevgilim. Önceden çalışıp gelmişlerdir yine. Böyle öğrenci gibi durmalarına aldanma!” Kafasındaki sesten gelen bu şüpheci yaklaşımın bir noktada haklı olduğunu biliyordu. Bu bacaksızları hafife almamayı geçen ders öğrenmişti. Bu minnacık masum gözlerin ardında ne tilkiliklerin döndüğü hiç belli olmazdı. Ama bu sefer kendinden emindi Mirina. Onları şaşkınlıklardan şaşkınlıklara sürüklemeye, minik beyinlerini uçuk dayatmalarla ambale etmeye kararlıydı. Sanki çok önemli bir bilgiye sahip olduğunu ifşa eder bir tonda konuşmasını sürdürdü.
“Ama, geçen dersten farklı olarak bu sefer bu bitkinin ne olduğunu söylemenizi istemiyorum.” Masadaki şahsi eşyaları arasında duran amcasının icadı müzikli kulaklığını eline aldı. Amcasının Mirina için icat ettiği bu kulaklığın, tam kulağa denk gelen yuvarlak camlarının içerisinde minik boylarda enstrümanlar ve onları çalan Sanderis Cin perileri vardı. Mirina, dinlemek istediği müziği bu minik Cin perilere fısıldıyor, onlar da istek parçayı çalmaya başlıyordu. Dikkatini bu emsalsiz icadın güzelliğinden ayırarak öğrencilerine çevirdi.
“Yazmanızı istiyorum! Evet, bu ders yazacaksınız. Bu bitkinin ne olduğunu, faydaları ve yan etkileriyle bir parşömene makale halinde yazmanızı istiyorum. Makalenizi bitirip bana teslim ettikten sonra, dilerseniz dersten çıkabilirsiniz.” diye kestirip atmasına rağmen, yine de geçen dersi anımsayınca, bunun öğrenciler için fazla kolay gelebileceğini hissetti ani bir korkuyla. Dersi bu kadar hızlı şekilde bitirip ayrılmalarına izin veremezdi. Bir şeyler daha istemeliydi onlardan, ama ne? Kararsız bir ifade, yüzündeki o sinsi ve kendine güvenen mizacı silip süpürmeye başlamıştı.
“Ayrıca... Şey istiyorum... Hmm, kıyaslama.... Evet, kıyaslama yapmanızı istiyorum. Bu bitkiyi şeyle karşılaştırıp arasındaki farkları yazacaksınız... Neyle?..” Parmaklarını bir şey anımsamaya çalışıyormuş gibi birkaç kez şıklatıp, çaresiz bir şekilde aklına güzel bir fikir gelmesini dilemekteydi. Onun yerine duymaktan hoşlanmayacağı alaycı düşünceler karşılık verdi.
“Karşılaştırma mı? Ne öğrettin ki onlara şu ana kadar karşılaştıracak?” Düşüncelerine hak verdi yine, istemeden de olsa. Daha geçen derste işlediği geyikotu ile bu bitkiyi kıyaslamalarını isteyemezdi ya. Fazla kolay olurdu. Ya peki, şimdi ne yapacaktı?
Çaresizlik içerisinde elindeki müzikli kulaklığı bırakmadan, başını ellerinin arasına alarak
“Bilmiyorum! Bilmiyorum!” diye yüksek bir sesle sayıklamaya başladığı esnada gözünün önünde beliren kulaklığı fark etti.
“Cinperi!” dedi cıyaklayarak.
“Cin peri, evet... Bu güzel bitkiyi Cin periler ile kıyaslayacak ve aradaki farkları yazacaksınız! Bir parşömene de bunu yazmanızı istiyorum!” Kafasında vızır vızır dönen düşünceler, yerini kahkaha dolu haykırışlara bırakmıştı.
“Ahahaha! Dahiyane gerçekten! Çok eğlenceli olacak!” Hakikaten de çok eğlendiği belli olan bu seslere aldırış etmeden, sınıfta oluşan şaşkınlık dolu uğultuları büyük bir tatminle dinlemeye başladı Mirina.
“Şimdi, içten içe kendisine şu soruyu soranlar oluyordur. Neden bir bitkiyi başka bir bitki ile değil de, bir yaratık ile kıyaslıyoruz?” Bu garip ödevi mantıklı bir çerçeveye oturtabilmek için zaman kazanmak amacıyla, masasının etrafında ufak adımlarla adeta volta atarak konuşmasını son derece yavaş bir şekilde sürdürdü.
“Çünkü sizler daha on bir yaşında veletlersiniz. E haliyle, bir bitki ile bir yaratık arasındaki farkları bildiğinize emin olmak gerekir.” Bu uyduruk bahaneye çocuklar bile gülerdi.
“Hem bazen, bu iki tür arasında ayırt edilemeyecek ölçüde benzerliklere sahip canlılar olabilir. Sonuçta, bir büyücü her türlü ihtimali göz önünde bulundurmalıdır.” Nitekim belli etmeden gülüyorlardı da.
“İşte bu yüzden, bu bitki ile bir cin peri arasındaki farkları ayırt edebilmek ilerde sizin hayatınızı kurtarabilir.” Bu kadar saçmalama, kendisinin limitleri için bile fazlaydı.
“Ben bile daha iyi açıklayamazdım, sevgilim... Bravo! Alkışlarla yaşıyorsun.” Hem kafasındaki kahkahalar, hem de bir şeyler anlatmak için gösterdiği bu amansız çabalar, sinirlerini hoplatmıştı artık. Sert bir ifadeyle aniden öğrencilere doğru döndü. Yüz kasları gerilmeye başlamış, gözleri pörtlek pörtlek şekilde yuvalarından fırlamaya hazır şekilde öne atılmıştı. Bağırmanın eşiğinde denilebilecek kadar yüksek bir sesle,
“Ne duruyorsunuz veletler! Buraya oturmaya mı geldiniz! Hemen bir parşömen çıkartıp, yazmaya başlıyorsunuz! Bu görmüş olduğunuz bitki nedir, ne işe yarar, yan etkileri nelerdir ve tabi ki bir cin peri ile arasındaki farklar... Yardım almak isteyen, Phyllida Spore’un ‘Bin Bir Büyülü Otlar ve Mantarlar’ kitabı ile seramızda ne yazık ki yalnızca bir tane örneği bulunan Selina Sapworthy’nin ‘Antik Bitkiler Üzerine’ kitaplarından faydalanabilir. Hadi başlayın artık.” Panikle sıçrayan öğrenciler harıl harıl tüy kalemlerini çıkartıp, parşömenlerini seranın ortasındaki uzun masaya sermeye başlamışlardı. Mirina nihayet, deminden beri arzuladığı o elindeki kulaklığı takmak üzere kafasına doğru yaklaştırırken, masanın köşesinden son bir kez daha haşin bakışlarla süzdü öğrencileri.
“Ben biraz kafamı dinliyor olacağım. Yazılısını bitiren, parşömenleri sessizce masama bıraksın. Hayati bir tehlike geçirmediğiniz veya korkunç bir lanete maruz kalmadığınız sürece de beni rahatsız etmeyin!” Dinlemeyi sevdiği şarkılardan birisini cam yüzeye fısıldayıp, kulaklığını taktı. Cin periler şen şakrak şekilde enstrümanlara hayat verip, neşeli müzikleri ile kulak zarını şenlendirirken; nihayet müzik dinleyebiliyor olmanın getirdiği hazla, dünyevi dertleri ardında bırakmış bir keşiş gülümsemesi ve kuğu taklidi yapmaya çalışan bir yavru ördek endamıyla sandalyesine oturdu. Fırçasına ve tuvaline uzanan bir ressam gibi tüy kalemini alıp, yağlı bir tablo muamelesi yaptığı parşömenine, iç dünyasını resmediyormuşçasına içinden geçenleri dökmeye başladı. Bir fırçanın dokunuşları gibi narince başladığı yazıyı yazarken arada öğrencileri süzüyor, profesörlerinin müzik dinliyor olmasından cesaretle kendi aralarında konuşmaya yeltenen kimi kendini bilmezleri fark ettiğinde ise, diğer elindeki asasıyla yaptığı bir kaç wingardium leviosa büyüsüyle havaya kaldırdığı önündeki kalın herboloji kitaplarını tam kafalarına denk gelecek şekilde bırakıyor, sonra da önüne dönüp hiçbir şey olmamış gibi yazmaya devam ediyordu. Yazmaya devam ettikçe, giderek sertleşen müziğin de etkisiyle hatırına hoş olmayan bir takım çocukluk anıları gelmeye başlamıştı. Anılar aklına hücum ettikçe geriliyor, gerildikçe kalemini parşömene daha da bastırıyor, kalemden dökülen kelimeler parşömende hayat buldukça daha çok yazmak istiyordu. O narin fırça hareketlerini andıran dokunuşlar, yerini boş bir iksir kazanının dibindeki son kırıntıyı sıyırmaya çalışan bir kepçenin yaratabileceği derecede kulak gıcıklayıcı, sert kazıma faaliyetlerine bırakmıştı. Mor renkli tüy kalem bile, sertçe parşömen yüzeyine bastırılmanın getirdiği acıyla, adeta
“Bırak beni!” dercesine titriyordu.
Birkaç öğrenci, yazılı makalelerini bitirip profesörün masasına koymuş, profesörün yazdığı anlamsız cümlelere göz ucuyla bakmış ve sınıftan ayrılmak üzere hareketlenmişti. Tam bu esnada artık bu zulme daha fazla dayanamayan Mirina’nın tüy kaleminin ucu sertçe kırıldı ve havaya fırlayarak öğrencilerin arasına karışıp kayboldu. Ürkek bakışlarını sınıfta gezdirmeye başlayan Mirina, az önceki gerginliğinden ötürü kopmasına sebebiyet verdiği bu ucun herhangi bir öğrencinin başına yahut gözüne isabet edip etmediğini kontrol etmeye çalışmaktaydı. Görünürde bir kazaya sebebiyet vermediğini tespit ettikten sonra da, müzikle uyumlu şekilde kafasını sallayarak masadaki yedek tüy kalemini aramaya koyuldu. Ancak, yedek kalem ortalıklarda gözükmüyordu. Eşyalarının arasında da yoktu. Bu yazıya devam etmek için o kaleme ihtiyacı vardı! Artan bir hırsla ayağa kalkarak aramaya devam etti. Sabahleyin, kalemi masada gördüğünden emindi. Yazmaya mutlaka devam etmeliydi! Öğrencilerle kalem yüzünden muhatap olmak da istemiyordu. Neredeydi bu lanet kalem? Yazı ne olacaktı? Accio büyüsüyle çağırma acizliğine düşmeden evvel, bir de masada yer alan ve derste anlatmamaya karar verdiği bitkileri tutup çekerek altlarını yoklamaya başladı. Hardal otunun altında olabilir miydi? Yoktu.
“Bu bitkileri sabah kontrol etmiştin. Saksıların içerisine düşmüş olabilir, sevgilim.” Doğru, olabilirdi. Bunun üzerine aceleci ve telaşlı tavırlarla bir yandan saksıları çekip altlarını yoklamaya, bir yandan da bitkilerini gövdesinden tutup hızlıca çıkarttığı saksıların içerisini kontrol etmeye başladı. Yazmaya, ne olursa olsun devam etmek zorundaydı!
Önündeki bitkiler ve onların saksılarıyla mücadelesi sürerken, bir anda şarkıyı söyleyen Cin perilerden birisine, arka vokalde başka bir sesin, zor duyulan kısık çığlıklarla eşlik etmeye başladığını duydu. Bu şarkıda böyle çığlıklı vokaller olduğunu hatırlamıyordu. Ama şarkıya yakıştığını da inkar edemezdi. Sınıfta hareketlenen bir şeylerin ya da birilerinin gölgesinin masasının üzerine düşmeye başlamasıyla, dikkatini ve bakışlarını masasından ayırıp neler döndüğünü anlamaya çalıştığı seraya doğru çevirmesiyle birlikte, korkunç denebilecek bir manzarayla karşılaştı. O mini minnacık öğrenciler, ya aniden bayılıp yerlere düşüyor, ya da ellerini kulaklarına bastırarak sınıf içerisinde oradan oraya deliler gibi koşuşturuyor, çığlıklar atarak alt ata üst üste seranın kapısından dışarı çıkmaya çalışıyorlardı! Mirina’nın gördüğü manzaranın dehşetiyle büyümüş gözleri, korku ve çaresizlik içerisinde sınıfın nasıl bu hale geldiğini anlamaya çalışır halde hızlıca etrafını yoklamaya başladığı sırada, az önce adamotunun bulunduğu saksının boş olduğunu fark etti.
Adamotunu hangi ara fark etmeden yerinden söktüğünü hatırlamaya ve bu hatasını nasıl telafi edebileceğini düşünmeye çalışan şaşkın bakışlarının ardında, beyin kıvrımlarının içerisinde bir yankı, keyifle manzaranın tadını çıkarmaktaydı.
“İşte görmek istediğim kaos! Şimdi bir yağlı boya tablosuna benzedi işte, değil mi sevgilim?"