Annerith Halfacre Domuz Kafası’ndan yalpalayarak çıktığında belki de o son kadehi içmemesi gerektiğini düşünemeyecek kadar sersefil durumdaydı. Kendisi o an hatırlayamasa da sekiz yıl önce üç kadehten fazla içki içmeyeceğine annesine söz vermişti. “Yemin ederim,” demişti sadece, önüne bırakılmış kırmızı şarabı iterken. Babasının tıpkı bir ayyaş gibi masada, ağzından salyalar akıtarak uyuması ve etrafa epey keskin bir alkol kokusu yayması –ve bunu birlikte yedikleri her akşam yemeğinde yapıyor olması- ikisini de rahatsız etmişti.
Annerith o akşamdan beri sözünü düzenli olarak bozmuştu: Evleneceği günün öncesinde, kocasının evde olmadığı her yıldönümünde ve tüm perşembeleri. Yansımasını işlemeli bir ayna yerine koyu renkli bir viski şişesinde görmeyi tercih ettiği o günlerle gurur duymamıştı, ama diyelim ki… Babasının artık biraz daha iyi anlayabiliyordu. Hatta etrafında delirmiş bir saat gibi dönüp duran dükkan kapılarının arasında, topuklu ayakkabıları sığ yağmur birikintilerinde kirlene kirlene ilerlerken Armantin Bluebell’in belki de ilk defa kızıyla gurur duyabileceğini düşünüyordu. Çünkü Annerith, sayılar aklında atlayıp duran bulutsu koyunlara dönüşene dek kaç bardak içtiğini saymıştı ve on ikiden sonra da –saymayı bıraktığı sayıydı bu- içmeye devam ettiğini biliyordu. Bir anda, nedensiz bir şekilde, art arda kahkaha atma ve bedeni yerde yuvarlanana dek gülme isteğiyle doldu. Ama tam o sırada-
Tak!Onu yoğun, dikkat dağıtıcı bir gölge gibi takip eden seyahat bavulu –yıllardır kullanılıyor olmasına karşın epey yeni görünüyordu, sağ alt köşesine parlak iplikle A ve H harfleri işlenmişti- hiçbiri birbirinin şeklini tutmayan döşeme taşlarından ikisinin arasında biten hırçın bir ot öbeğine takılmış ve inatçı bir kaya görevi görerek, onu çeken kadını yere sermişti. Annerith gülme isteğinin buharlaşıp uçtuğunu fark etmedi. Ona göre, yere çarpmış dizleri üzerinde geri geri süründüğünde ve kollarını bavulun etrafına sımsıkı sardığında gülüyordu; hıçkırıklarla sarsılarak, yanakları başka hiçbir yere yağmayan yağmurlarla ıslanarak, dişleri arasından kesik kesik hırlayarak. “Ah, Ellie…”
Ellie.Onu böyle çağırmadığında asla yanına koşmazdı.
“Cordelia Morag’ı sevmiyorum!” derdi. Annerith Elia’yı önerdiğinde de…
“Ellie Morag daha iyi.”Annerith neden buraya gelmişti? Neden sürü sürü dizilmiş dükkanların arasında sefilce oturuyordu? Hala kollarının arasında, ayaklanıp kaçmasını istemiyormuş gibi sıkıca tuttuğu seyahat bavulunun içinde ne vardı?
Kim vardı?Beyaz kağıda dağıldıkça yer yer grileşen mürekkep rengindeki gökyüzünün uzun, soğuk elleri uzandı ve kadının yüzüyle saçlarını usulca okşadı. Yanaklarındaki ıslaklığın onu yersizce üşüttüğünü anladı o sırada Annerith. Kendi kollarını kaldırdı, kendi soğuk elleriyle yüzünü sildi ancak yer açılınca –sanki sıralarını bekliyorlarmış gibi- taze gözyaşları çenesine doğru hızlı bir yolculuğa çıktı. Çığlık atmak istiyordu. Ama bunun yerine dizleri üzerinde eğrice yükseldi, başını bavula yasladı ve utanmadan ağlamaya başladı. Aslında, belki birkaç kere çığlık atmış olabilirdi, ama bunu fark edemeyecek kadar derine gömülüydü. Percy’nin onu bu halde görse ne diyeceğini bilemiyordu ama birkaç tiksindirici, gülünç tahmini vard-
Percy.
Percy.Bataklıktan canını zor kurtarmış, ürkek bir samur gibi başını kaldırdı ve etrafı dikkatlice –sarhoşken ne kadar dikkatli olunabilirse- kolaçan etti. Birden daha net görüyordu sanki-Sanki. Emin olamıyordu. Birkaç ara sokak ilerideki tabelada gerçekten Sharikov mu yazıyordu? Apar topar ayağa kalktı ve bavulu kaldırıp göğsünün önünde taşıyarak yoluna devam etti. Kapının önüne geldiğinde saçlarını parmaklarıyla tarama ve elbisesini çektirerek düzeltme arzusuyla dolup taştı, ama güçsüz düşmüştü ve sallandığını hissediyordu. Gücünü sadece bavulunu nazikçe yere bırakmak ve kapıya iki kez güvensizce vurmak için harcadı. Saatin kaç olduğunu bilmiyordu, ama Percy Sharikov'un hiçbir zaman melekler gibi mışıl mışıl uyumadığını tahmin ediyordu.