Bellatores
Döneminin Baş Seherbazı, Ezekiel Harris tarafından kurulan örgütün anlamı Adaletin Savaşçılarıdır. Resmi olarak 1970 yılında kurulan ve kendisine bu ismi veren grup, aslında 1960 yılından beri gizliden gizliye varlığını sürdürmektedir.
Bu topluluk, tek bir amaç için kurulmuştur; adalet. Sihir bakanı Austin Hudson’ın adaletsizce sürdürdüğü 35 yıllık hükümdarlığa ve insanların inatla yok saydığı diktatörlüğe dur demek için, özgürlükçü ve yenilikçi bireylerin bir araya toplanmasıyla oluşmuştur. # Devamı İçin TIKLAYINIZ!
Scuta
Ingemar Byström tarafından ‘Düzenin Kalkanı’ adı altında kurulmuşlardır. 1970 yılında, Bellatores gibi güçlü bir örgütün ortaya çıkışı ile, birnevi mecburiyet sebebiyle savunma gücü olarak ortaya çıkmıştır.
İlk kuruluş amaçları düzeni (Bu vesileyle aslıda Sihir Bakanı ve bakanın inançlarını) korumak olsa dahi, çoğu üyenin katılım amacı doğrultusunda daha nebze Bellatores’u ortadan kaldırmak şeklinde amaç kayması oluşmuştur. Buna rağmen liderleri Byström, bu amacı reddederek tüm isteklerinin halk tarafından demokratik yollarla beş kere seçilmiş olan bakanı ve bununla beraber düzeni korumak olduğunu birçok kez belirtmiş, belirtmeye devam etmektedir. # Devamı İçin TIKLAYINIZ!
KARAKTER DEĞİŞİM ARACI
♣ Karakter Değiştir ♣
K.Adı:
Şifre:

HOGWARTS: AÇIK!
TARİH: ŞUBAT 1976

Paylaş
 

 Alaca Mavinin Karanlık Misafiri

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek 
Isolde Aideen O'Malley
St. Mungo Şifacı
Ϟ Rp Beğenileri : 15

Isolde Aideen O'Malley
St. Mungo Şifacı
Alaca Mavinin
Karanlık Misafiri
Ocak 1957
1957 yılının ilk ayı Ölüm Meleğinin en sevdiği havaya bürünmüştü: elem ve yasa. Yaratılışın her döneminde kuşkusuz insanı meşgul eden bir konu olmuştur ölüm düşüncesi. Kimisi için başa gelebilecek en kötü son iken, hayatını sonsuzmuşçasına yaşayanlara ise ayrıca sert çarpan, büyük bir kayadır ölüm. Kaçınılmazlığı ve peşinden gelen, en az yaşamın kendisi kadar sonsuz olan öteki hayat, pek çokları tarafından kabul edilmesine rağmen, özellikle bu acıyı bizzat tatmayanlar için varlığı bile alay konusudur. Ölümle burun buruna gelenler bu farkındalığı daha yoğun yaşar, belki ölen bir tanıdıklarıdır, belki kendi kalpleridir durmaya yaklaşan; ama hayatın sonsuz olmadığı gerçeği her insana bir şekilde çarpmanın yolunu bulur.

İnsanlar ölümün kaçınılmazlığını ve ardından getirilen mutlak boşluğu alay konusu yapmayı sevse bile, asıl gülünecek şey başlarına geldiğinde verdikleri tepkidir. Hayata karşı, bir insanın edinebildiği bütün bakış açısının ve bilgi birikiminin, benliğin, yalnızca bir an içinde hiçliğe karışması ve arkasında yalnızca kişinin değerini bilenlerin hissedeceği bir acının kalması, nereden bakılsa kabullenmesi zor bir durumdur. Hayatlarının bir parçası, siyah kukuletası ve soğuk elleriyle her ölümlüyü tehdit eden bir ruh tarafından çalındığında fark eder insanlar ne kadar önemsiz olduklarını. Ölüm ile hayat o noktada donmuş, hayatı geriye alma ya da yanlışları düzeltip daha doğru yaşama şansı son bulmuştur. Çünkü ecel, bir cila gibi yaşamın üstüne atılmıştır.

Tekerlerin yoldaki kuru dalları ezmesiyle duyulan takırtılar kulaklarda uğuldamaya devam ederken, on beş yaşındaki yaşam parıltısından yoksun gözlerini çevirdi kasvetli ormana, düşüncelerini zihninden söküp atmak istiyordu yalnızca. Tahminler artık yukarıda olduğu yönünde olsa bile, muhtemelen aşağıda çığlıkların en acılısını atan yaşlı adamın ruhundan kopardığı bir elma sembolü kazınmıştı arabanın demir kapısına, ve yalnızca birkaç dakika sonra pelerininin kömür karası kapüşonunu kafasına geçirmiş kızın hayatının geri kalanını geçireceği şatoya açılacaktı. Yüreğinin heyecandan ağzına gelmesini isterdi Isolde, ya da içinin meraktan kıpır kıpır etmesini, nihayetinde sevdikleri onu sonsuza dek terk etmiş olmasına rağmen yepyeni bir macera şansı sunulmuştu bu tanıdıktan kısmen uzak diyarlarda, ancak boştu işte bir porselen bebek kadar, kırılgan ve bir o kadar da duygulardan uzaktı.

Mimarisiyle, ziyaretçisine burada kudretli kontlar oturuyor demişçesine haşmetli, demir dökme bir kemerin altından geçti ecele en yakın varlıklarca çekilen araç. Testral denirdi bu mezardan yeni çıkmış bir cesedi andıran canlılara ve ancak ruhun sonsuz uykusuna götürülmek adına fani bedeninden koparıldığına şahit olan gözler görürdü onları. Genç kızın da onları görebildiğine hiç şüphe yoktu ki araç cilalanmış mermer basamakların önünde durduğunda o yön hariç her yerde gezdirdi bakışlarını, ölümün sunduğu bu nadide lütuf bir zulümdü kendisi için. Kim isterdi ki böylesine korkunç bir olayın bir parçası olmayı, sözde özgürlüklerinde tıpkı hayaletler gibi ecelden bir parça taşımayı? Hayaletler saydamdı, Isolde’ninkiler değildi, buruşuk derili evcini tarafından aralanmış kapıdan geçerken de herkes kadar etten ve kemiktenlerdi.

Kendisi gibi kuzgun karası saçları ve mavi gözleri vardı Bay ve Bayan O’Malley’in, yolculuktan memnun kalmışlar gibi keyifle kızlarına gülümsüyorlar, ancak genç kız içinin sıkılmasına engel olamıyorlardı. Her seferinde hatırlattıkları hatıra daha da ağır saplanıyordu göğsüne, çünkü kaybettikleri burada, bu cenaze arabasında bile, bir gölge gibi bırakmıyorlardı peşini. Çaresizce gözlerini kapadı ve hiçliğe karışmalarını diledi Isolde, evcini ilerlemesi için onu dürtene kadar da açmadı. Gösterişli kuleleri ve tüm ihtişamıyla yeni misafirlerini selamlıyordu Merovenj Şatosu, fakat bakanın bile içini üşüten simasına rağmen kendisinden daha rahatlatıcı bir havaya sahip değildi karşısındaki, aksine daha da soğuktu. Ne kadar görkemli olursa olsun bir sanat eserinin insanda bıraktığı etkiden uzaktı insanın içini ürperten soğuğuyla, daha çok tanrısal bir iz konduruyordu ona bakanda.

İçerisi ise dışından farklı değildi, karanlıktı ancak bir kilisede bulunsa garip kaçmayacak camlardan gelen akşam güneşinin yansıması, duvarlara düzgün hizalarla yerleştirilmiş değerli tablolardaki insanların yüzlerini korkutucu bile olsa aydınlatmaya yetiyordu. Bir ailenin yaşaması için fazlasıyla büyük olan ev, her halinden pahalı olduğu belli olan zarif antika mobilyalarla dekore edilmişti, bu yüzden en ufak birine zarar verilse yaşanacak kıyımın korkunçluğu muazzamdı. Küçükken buraya uğradığı o kısa zaman dilimini hatırlamaya çalıştı on beş yaşındaki, ve bir kez daha şatonun eski canlılığını nasıl yitirdiğinin farkına vardı. Merdivenlerin başına geldiğinde duyduğu tıkırtı ile kafasını sesin kaynağına doğru çevirdi, gelen eski bir dost sayılmasa da yeterince tanıdıktı Isolde’ye.

-Hoş geldin.

Karşısındaki şık giyimli genç kadın, Isolde’nin aksine biçimli yüz hatları, kusursuz cildi ve özenle şekillendirilmiş altın rengi saçlarıyla usta bir heykeltıraştın elinden çıkmış kadar güzeldi. Kırmızı dudaklarının arasından dökülmüş sözcüklere sıcak bir kılıf uydurulmuş olsa da bakışlarının ardındaki soğukluk burada hoş karşılanmıyorsun diyordu. Fakat dakikalar birbirini kovalarken bir başkası dökülmedi, kadının umursamazca yanından geçip gittiği sırada genç kız tuttuğu nefesini verdi. Evin önemli aile bireylerindendi Elizabeth Rischer, saygı duyduğu hatta arasını bozmak istemeyeceği bir kişilikti.

Eski tip şamdanların aydınlattığı loş koridordan geçerken tabloların kendisiyle ilgili aralarında fısıldaştıklarını duyuyordu genç kız,  kulak asmıyor olsa da istemeden hızlandırmıştı adımlarını. Ona verilmiş oda eskisinden genişti, evin geri kalanıyla uyumlu şık ve zarif eşyalarla döşenmişti. Fakat o an detaylarla ilgilenemeyecek kadar çok düşünceyle doluydu kafası, hepsiyle mücadele edecek enerjisi de kalmamıştı sonunda. Odadan yükselen tek ses olmuştu kendini bıraktığı yataktan çıkan. Isolde gözlerini kapattı yavaşça; biraz olsun uyumak, yolculuğun izlerinden kurtulmak ve alacakaranlığa bulanmış düşüncelerini susturmak istiyordu yalnızca.

--> >Isolde Aideen O'Malley< <--
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Crassus Merovech Rischer
Büyücü
Ϟ Rp Beğenileri : 15

Crassus Merovech Rischer
Büyücü


Gecenin balçığa bulanmış kadar karanlık bir saatinde, duvarlarına koyu gölgelerle badana vurulmuş salonun şöminesinde bir ateş; yüce dağlara zincirlenmiş bir tanrının ciğerini sökme gayesindeki bir kartal kadar kararlı kanatlarıyla kavuruyordu, uğruna kurban edilen kuru, bitkin dalları. Daha kaç tane çalı çırpı gerekiyordu şafağın sökmesi için kemirmesi gereken, kestirmesi zordu. Üç tane koltuk konuşlanmıştı huzurunda yalnızca... Çıtırdayan alevlerin ışığıyla iyiden iyiye al renklere bürünmüş, fes kırmızısı dokumaların üzerine işlenmiş gümüşi desenlerin dans ettiği, maun ağacından, kalın bacaklı koltuklar; hiç olmadıkları kadar boş, hiç olmadıkları kadar ruhtan ve neşeden yoksundular o ıstırap dolu günden beri. Sapsarı tacın sahibi, yelkovanından kaçan arabasıyla dört nala, tam üç kez geçmişti aynı takımyıldızlarının üzerinden; alaca bir karanlığa gömdüğü ufuklardan yükselip, berisinde batarken bu antik şatonun.

"Yerime bir yabancıyı getirebilmek için beni evlendirip bu şatodan göndermene gerek yoktu!"

Laminat parkeyi kaplayan ayçiçeği sarısından bir kilimin, begonya desenlerine basmış pabuçlarından başlayarak salonun öbür ucundaki zigon sehpalara kadar uzanıyordu kızının gölgesi. Seçebiliyordu yaşlı da olsa gözleri, konuşurken gölgesinin nasıl da titrediğini. Şöminedeki kıvılcımların bir oyunu muydu bu, yoksa yegane kızını sarmalamış hiddetin bir göstergesi miydi? Avucunda kıvranan porselen bebeği iyice sıkarken ihtiyarlığın lekelediği parmaklarıyla, karabasana dönmüş gölge oyunundan kaçırdı yaşlı gözlerini. Bakışları önce ahşap pervazına takıldı vitrayın, sonrasında ise açık penceresine. Kara bir asalet, uslu uslu duruyordu bahçenin ıslak çimenlerinin üstünde. Üzerinde kara bulutların gezindiği bedbaht bir kasabanın çürük tavlasına terk edilmiş sahipsiz bir beygir gibi, ahde vefa için de olsa bekliyordu, besbelli tiryakisi olduğu arpanın sunulacağı anı boynu bükük. Ailesinin emektar, babasından yadigar testrali Gılgamış idi gördüğü.

Bu evdeki, bu ailedeki herkes onu görebilirdi. Merovenjlerin hepsi, testralleri görebilirdi. Macera delisi sorumsuz oğlu Elliot, varlığıyla bile Mary’nin son yıllarını bir cehennem azabına çevirmiş veledi zina Paris, güzeller güzeli fakat bir o kadar da tehlikeli kızı Elizabeth, hatta bu ailenin en nevi şahsına münhasır üyesi denilebilecek kuzenleri McCormack bile... Bir tek o baş belası melez ufaklık göremezdi, oğlunun muggle bir kadından peydahladığı. Bir de merhum eşi, Mary... Gülümsemesiyle bile çiçek açtırandı şatonun dallarına... Gidişiyle ise soldurmuştu mevsimi. Sonbaharın son yaprakları misali, savruluyorlardı ucu belirsiz bir rüzgara kapılarak her birisi; ve gün be gün ölürken toprağın yeşili, soğuk bir şöminenin sarı-kırmızısına boyanıyordu dalları duvarların.

Çalı çırpının çıtırtısına ahenkli, bir takım ayak sesleri duyuldu merdivenlerden, giderek yaklaşmaktaydı her kime ait ise artık. Adımlar yaklaştıkça, kızının zigon sehpaya kadar uzanan gölgesi de bir o kadar kısalıyor ve uzaklaşıyordu. Rahatsız olmuştu belli ki, gelen kişi her kim ise. Nitekim suskundu bir süredir her ikisi de. Üç koltuğun en uzaktakine oturdu zayıf, çelimsiz bir kız çocuğu. Isolde olduğunu anlamak için, bakmasına gerek dahi yoktu Crassus’un. Kızı Elizabeth’in ayak sesleri duyuluyordu şimdi merdivenleri çıkan ve gittikçe solmakta olan. Yaşlı adamın gözleri ise porselen bebeğin cansız bakışlarına kenetlenmişti adeta. Bir oyuncak olsa da yalnızca tuttuğu, bir takım hatıralar sıralanıyordu zihninde, her baktığında, her gördüğünde...

Alaca Mavinin Karanlık Misafiri Da973783-dca5-40d5-8e2c-4c9e9ba7637b-removebg-preview-removebg-preview

“Senin yaşlarında bir çocuk vardı bir zamanlar.” dedi, yorgun ama tok bir sesle. “Gümüş Ok model süpürgeler peyda olmuştu vitrinlerde. Dükkanların önünde kuyruk, herkes bir tane istiyor tabi...” dedi, başını yavaş yavaş kaldırdığı esnada, bakışlarıyla birlikte porselen bebekten. “Peder beyden tüy kalem bile isteyememiş o güne kadar, bırak yeni bir süpürgeyi. İşin doğrusu, cesaret edememiş. Onların adetlerinde hediye istenilince değil, gerekince alınırmış nitekim. Bir gün gözünü karartmış, bilir çünkü içten içe, güz mevsimi geldiğinde tüm arkadaşlarının elinde görecek birer tane, çıkmış babasının yanına. Kızmış babası önce, bir güzel haşlamış çocuğu o gün. Beklendiği üzere... Birkaç gün sonra eve bir paket gelmiş. Bir de bakmış ki oğlan, içinde bir süpürge; gıcır gıcır bir Gümüş Ok... Sanmış ki babası dayanamadı, aldı bir tane. İnanamamış gözlerine. Sonradan annesinden öğrenmiş ki, kendisine alınmamış o süpürge, küçük kardeşine hediyeymiş meğer.”

Kavrulmaktan küle dönüşen çalı çırpının, şöminenin içerisinde savrulmasını izliyordu bir yandan da. Zayıf parmakları, daha da bir sıkmaya başlamıştı porselen bebeğin hamur seramiğinden malzemesini. “Süpürgenin kardeşine alındığını anlayınca hasedinden çatlayacak gibi olmuş bizim oğlan. Dayanamamış, bir gün kapmış süpürgeyi, kimsenin olmadığı bir oda bulmuş evin içinde. Tutmuş, o duvardan bu duvara öfkeyle vurmuş süpürgenin tahtasını. Bir yandan vuruyor, bir yandan da kardeşinin hediyesini kırmaktan korktuğu için yokluyormuş arada, kırdım mı diye acaba... Bir vuruyor, bin yokluyor, bir vuruyor, bin yokluyor! Nihayetinde bir çatırdama duyulmuş tahta parçasından. Kırdığını sanmış bizimki haliyle. Korkudan tir tir titreyerek bırakmış süpürgeyi olması gerektiği yere. Neden sonra hediyesini kullanmak üzere süpürgeye atlayacak olan kardeşinin, vahim bir kazaya maruz kalarak ölümden döneceğini ve sakatlanacağını bilmezmiş elbette.”

Konuşmanın bu noktasında önce geriye doğru yaslanıverdi Crassus. Avucunda kıvranan porselen bebeğin beyaz elbisesinde gezdirdi bakışlarını bir süre. Belli belirsiz bir hüznün nemlendirdiği gözlerinde bulutsu bir hava hakimdi, keza şöminenin yansıması vesilesiyle birer güneş gibi yanan göz bebeklerinin ışımasını engelleyen de buydu. Biraz daha dikkatli bakılsa alaca renklere bulanmış bir gökkuşağına rast gelebileceğinizi düşünebilirdiniz. “Pişmanlık ve babasından duyduğu korku kaskatı kesmiş oğlanı. Öyle ki, babasının kabahatini duymaması için ne gerekiyorsa yapacak haldeymiş; ancak bilmezmiş, adına Karly denilen ve babasına bir köpek gibi sadık olan ev cininin, o süpürgeyi duvardan duvara vurduğu gün kendisini izlediğini. Ev cini tabi durur mu, ispiyonlamış oğlanı babasına. Lakin oğlanın beklediğinin aksine, babası hiç kızmamış. Tek bir kelime bile etmemiş bu konu üzerine. Aksine, o günden sonra büyük oğluna daha bir ilgi gösterir, daha bir üzerine titrer olmuş. Bir daha ne süpürgenin, ne de bu vakanın adı anılır olmuş hanelerinde. Karly denilen ev cini ise... Artık nasıl hasıl olduysa, çocuğun babası ona ne yaptıysa, o günden sonra bir daha değil konuşmak, ağzını bile açamamış.”

Yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle ayağa fırladı yaşlı adam. Ağzını kapatarak tuttuğu porselen bebeği, o cansız ama insanın içine işleyen gözlerinden uzaklaşmak istercesine, bir çalı çırpı parçasıymış gibi şöminede yanan ateşin içerisine fırlatıverdi. Alevlerin etkisiyle bebeğin seramik dış yüzeyi önce is tutmaya başlamış, sonrasındaysa hızlıca kararmak suretiyle kıvrılmaya başlamıştı içeri doğru çökerek. Hemen sonrasında ise bu eve gelirken yanında getirdiği, ailesinden miras yegane oyuncağının şömine ateşinde bir ucubeye dönüşmesini anlamsız bakışlarla izlemekte olan genç kıza döndü peşi sıra.

“Yarın sabah en geç saat sekizde, yemek odasının oradaki guguklu saatin yanında ol... Unutma! Merovenjlerin esrarlı zanaatına dair öğreneceğin her şey, bir sır olarak kalacak. Ölümün sırrı, yaşayanlara memnudur. Sen ve ben, artık bu yaşamdan gayrıyız...” Ağır adımlarla odasının yolunu tutmuştu şimdi. Kızın oturduğu koltuğun yanından geçtiği esnada eklemeden duramadı.

“Karly sana odanı gösterecek.”

--> >Isolde Aideen O'Malley< <--
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Alaca Mavinin Karanlık Misafiri
Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Hogwarts-RPG :: İngiltere :: Merovenjlerin Şatosu-